1986, Eylül, Madrid
İspanya’daki ikinci konaklama yerimiz Başkent Madrid olacaktı. Madrid’de birkaç gün kalıp yakın yerleri trenlerle gezmeyi planlamıştık. 14 Eylül 1986 günü, yine trenle Barcelona’dan Madrid’e gittik. Bu seyahate dair hatırladığımız hoş bir an var. Yollarda yemek için yanımızda bir sürü şey götürmüştük. Bitire bitire gidiyorduk, kurabiyeler, kuruyemişler… Hümeyra yanında koca bir torba şamfıstığı getirmişti. Şamfıstığı biz de de pahalıdır ama o yıllarda Avrupa’da çok daha pahalıydı. Hümeyra trende torbasını çıkardı yemeye başladık. Kompartımanda bulunanların dikkatini çekmişti. Onlara da ikram ettik. Bir alışları vardı hiç unutmam. Daha sonrasında, kısa da bir sohbet etmiştik yol arkadaşlarımızla. Şamfıstığının ne kadar değerli olduğunu o zaman anlamıştık.
İlk Madrid İzlenimleri
1986 yılının İspanyası Avrupa Topluluğu’nun (O yıllara Avrupa Birliği denmiyordu) çok yeni üyesiydi. Portekiz ile birlikte 1 Ocak 1986’da üye olmuşlardı. Ancak daha Avrupa Topluluğu ülkesi olduğunu hissetmemiş, henüz turistten bıkmamış, yol tarif ettiği turist doğru gidiyor mu diye peşinden koşan vatandaşıyla, turist dostu fiyatlarıyla bir Akdeniz ülkesiydi. Öte yandan sokakların atılmış kağıt, sigara vb çöplerle dolu olması, temizlik açısından bakımsızlığı gün boyu dikkatimizi çekmişti. İspanyollar akşama kadar ellerindeki her şeyi yere atıyorlardı; pek çöp kovası, küllük vs kullanma adetleri yoktu. Ama sabah erken temizlik işçileri şehri tertemiz, pırıl pırıl yapıyordu. Hele ki Eylül, festivaller mevsimiydi. Sabaha kadar sokaklarda müzik, dans, eğlence sürüyordu. Sabah da temizlik işçileri alıyordu nöbeti.
Siesta gerçeğine ilk kez orada tanık olduk. Öğleden sonranın erken saatlerinde dükkanlarını kapatarak dinlenen İspanyollar akşam yeniden hayata dönüp gece boyu eğleniyorlardı. Siesta tatili hesap edemeyip ilk günlerde yiyeceksiz kaldık. Ne ekmek, ne peynir. Bir gün önceden kalanlarla idare ettiğimizi hatırlıyorum. O günlerde böyleydi. Ama belki siesta’da açan dükkanlar var.
Toledo…
Madrid konaklamamızın ilk kısa seyahati Toledo idi. Toledo’yu gördüğümüzde, çağ değiştirdik sanmıştık. 1986 yılında İspanya’nın göbeğinde böyle eski bir şehirle karşılaşacağımızı ummuyorduk. Yıllar sonra Toledo’ya tekrar gittim. Aynı şekilde buldum. Değişen bir şey yoktu siluetinde. Buraya iki parantez açayım:
1991 yılının Kasım ayıydı diye hatırlıyorum. Iberia Havayolları Türkiye Ofisini yeni açmıştı ve gazetecilere bir tanıtım gezisi organize etmişti. Ben de o zaman Günaydın Gazetesi’nin Ekonomi Servis Şefi idim. Günaydın Gazetesi’nden de katılım olacaktı geziye. O zaman gazete yazarlarından olan Sevgili Yazgülü Aldoğan gidecekti; ancak ailevi bir nedenle katılamayınca ben gittim.
Doğrusu çok ilginç grup olmuştuk. Hatırladığım kadarıyla şöyleydik; Leyla Umar, Atilla Dorsay, Sezer Duru, Can Ataklı, Ayşe Savaşçın, Neşe Düzel, Fatıman Yücel, Salih Memecan. Bir de Iberia Türkiye Genel Müdürü vardı. Madrid ve Toledo’ya gitmiştik. 1986’daki ucu ucuna bütçeli seyahatimden sonra bir hayli VIP bir ağırlamaydı. Agua potable’den nefis İspanyol şaraplarına, bocadillo de tortilla’dan, nefis paellalara… Ama Madrid aynı güzellikteydi. Toledo da hiç değişmemişti. Bu kez sokakları Leyla Umar ile arşınlıyorduk. Oğlunun evinin kapısına seramik numara arıyordu. Anısıyla yaşasın, tatlı kadın.
2008 yılında da ablam, eşi ve yeğenimle yeniden Madrid ve Toledo’ya gittik. Toledo’da aynı köprüde fotoğraf çektik, aynı siluette değişen hiçbir şey yoktu. Görüntüyü bozan bir yapı, bir çıkıntı, herhangi bir şey.
El Escorail ve Madrid günleri
Dönelim 1986’ya… Madrid’de olduğumuz sürede yakın bir mesafedeki gezilecek yerlere gidiyorduk. El Escorial Manastırı’nı ziyaret ettik mesela. 1984’te UNESCO listesine giren manastır, inanılmaz büyük bir müzeydi. Sonbahar yağmurunun yeni dindiği küçük kırsalda temiz havanın ve İspanya pastoralinin keyfini çıkarmıştık.
Madrid günleri çoğunlukla yağmurluydu ama güneş açınca şehir bambaşka bir hal alıyordu. En büyük keyfimiz sandviçlerimizi yedikten sonra kendimizi Plaza Mayor’a atıp kafelerden birinde kahvelerimizi içmekti. Gül bahçeleri, Cervantes anıtı, Poseidon Çeşmesi’ne hayran kalmıştık. Sıra Palacio Real’e gelmişti, yani Kraliyet Sarayı. Bir gün sarayın önünde bir törene rastlayıp uzaktan kralı da görmüştük.
Çocukluğumdan beri boğaz yollarım sıkıntılıdır, çabuk hastalanırım. Bu yüzden yanımızda yüklü ilaçla gelmiştik. Yine ağrıyordu boğazım. O gün sabahtan ilaçları içmiş sözde önem almıştım; ancak geçmemişti, sonra başka bir ilaç daha denedim. İkisi ağır gelmişti. Palacio Real’de fenalaştığımı hatırlıyorum, ancak ablamı korkutmamak için bir şey de diyemiyordum. Salonları hayal meyal gezdim; dizlerimin ağı çözülüyordu. Artık çıkarken son merdivenlerde bayılmışım. Gözümü açtığımda sarayın bahçesindeki duvarın üzerinde oturuyordum, ağzımdan şişeyle su akıtıyorlardı. Ter içindeydim. Taksiye atlayıp hostele geldik. Gece geç saatlere kadar beni uyutmadılar. Zaten sonraki günlerde biz ablamla Madrid’de kaldık, diğer arkadaşlarımız gezdi.
Hosteldeki yabancı turistlerle ahbap olup adres bile almıştık. Hatta mektuplaştık bile sonra. Gece lobide bizim grup sohbet ederken, bir turist kız “Türk müsünüüüüz” diye ağzı kulaklarında koşarak yanımıza geldi. Biz de “eveeet” diye fırladık. Bir kucaklaştık, bir kucaklaştık, kırk yılık dostlar gibi, hasret giderir gibi. Arkadaş olduğumuz bir diğer Amerikalı turist “tanışıyor musunuz, burada mı rastladınız” diye sormuştu hayretle. Biz de “yoo hayır, ikimiz de Türkiye’deniz, ondan” dedik. Çok şaşırmıştı. “Yurtdışında her yurttaşınızı gördüğünüzde böyle mi yapıyorsunuz” diye sormuştu, iyice şaşırarak. Bugün bu kucaklaşma çok anlamsız gelebilir, ama 1986 yılıydı, Türkiye’den insanların turist olarak yurtdışına çok seyrek çıktığı, nadir olarak genç insanların trenlerde, hostellerde gezdiği zamanlardı. Bir Amerikalı için yurt dışında Amerikalı görmek çok heyecan verici olmayabilirdi. Ama bizim için öyle değildi. Hala de değildir. Belki kucaklaşmayız ama konuşuruz, tanışırız, iki çift laf ederiz.
Gelecek yazı: Valladolid ve Salamanca
1986 seyahatinin diğer yazılar tarih sırasıyla: