Ars Longa, Vita Brevis*
(Bayan Yanı Dergisi için 2016'da yazdığım bir yazıydı, bugün kaybettiğim Sevgili Amcam Tacettin Onur’dan da söz etmiştim, yeniden paylaşmak istedim. Anısına saygıyla…)
Çoğunlukla yaz tatillerinde gelip kaldığımız İstanbul’da, çocukluğuma dair bir kaç sahne sanatı izlemişliğim var. Ama üniversite öncesi öğrenciliğini İstanbul’da yaşamış arkadaşlarım kadar zengin bir kültür-sanat özel tarihim olamadı. Yine de Anadolu’nun illerinde, ilçelerinde geçen çocukluğumda; okullarla, küçük Anadolu sahneleriyle ayağımıza kadar gelen sanat, eşi benzeri olmaz bir imkandı.
Bir sabah kahvaltısında babamın “Ben ilk kez Hamlet’i Trabzon Lisesi’nde izlemiştim. Ofelya’yı da Aysel Gürel oynuyordu” dediğinde şaşkınlıktan sıcak çayı kocaman yudumlayıp yandığımı daha önce Bayan Yanı okurlarıyla paylaşmıştım. Babamın ta 40'lı yıllarda Hamlet’i — aralarında Aysel Gürel’in de bulunduğu — Trabzon Lisesi öğrencilerinden izlemiş olmasına şaşırmıştım.
Zekiye’den Hürmüz’e
Çocukluğumun en eski ve en eski olduğu için de en görkemli oyunu Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’siydi. Burdur’da oturuyorduk. Ev sahiplerimiz, evimizin neredeyse her odasından rahatça izlenebilen yazlık sinemanın da sahipleriydi. O yıllarda film dışında bazen Burdur’a gelen tiyatro grupları veya müzik gruplarının da sahne aldığı da bir yerdi. Birkaç gece/gün oynanan Vatan Yahut Silistre’nin sevdiğinin peşinden asker kılığıyla koşan Zekiye’sini hiç unutmadım. Ve tabii gördüğüm ilk tiyatro ünlüsü Lale Oraloğlu’nu da…
Ablamın bir vesileyle gittiği oyunları anlatışını dinlerdim. Çocukluğunda İstanbul’da bir Rus buz revüsü izlemiş. Yıllarca anlattı; seyretmiş kadar oldum. Ama ben nedense hep AKM’de izlemiş olabileceğini düşünmüştüm. Meğer İstanbul Spor Sergi Sarayı’ında izlemiş. “Orası da neresi” diye bir soru gelebilir akla. Bugün Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nin olduğu yer. Eskiden ağırlıklı olarak Basketbol maçlarının oynandığı, kimi sanatsal etkinliklere de kucak açan bir sıcak atmosferdi. Basketbol maçlarına giderdik ablamla. Kızlara bedavaydı o zamanlar. “Basketbol meraklısı mısın?” diye sorarsanız, o kadar değil, ama Efes’in esip savurduğu yıllarda hepimimiz Efes’i tutardık. Bir de o yıllarda -kronik rakip- Yunanistan ile özellikle Balkan Şampiyonası maçları çok hararetli geçerdi. O gazla bizler de birer basketbol izleyicisi olmuştuk. Yani Türkiye Basketbol’u “uh-ah dev adam 12 dev adam”dan da önce 1981'de kupayı kaldırdığımızda sevdi.
Ankara Devlet Tiyatrosu Sahnesi’inde izlediği Ayten Gökçer’den Bağdat Hatun’un görkemini de yılarca anlattı ablam. Öyle anlattı ki, Ayten Gökçer’i mutlaka sahnede izlemeliydim. Yıllar sonra ilk kez Ayten Gökçer’i Yedi Kocalı Hürmüz olarak yakılarak yok edilen Şan Tiyatrosu’nda izledim. Ve daha nice oyunları… Bugün “çakma marka” haline getirilmeye, plastipleştirilmeye çalışılan Beyoğlu’nun irili ufaklı tiyatro salonlarında Bird Cage’den, Batı Yakasının Hikayesine dek. “Şahları da Vururlar” dan, “İçinden Tramway Geçen Şarkı”ya kadar Ferhangi herşeyi…
Mesele AKM’de oyun izlemek değil, sen…
AKM’ye ilk kez, üniversiteye yeni başladığımda bir hafta sonu konferans için gittiğimi hatırlıyorum. Öncesi yok galiba… Sonrası ise biriktirilen harçlıklar ve koca sınıftan süzülen arkadaşlıklarla hafta sonlarının en keyifli etkinliği oldu. Çok sık değilse bile bazen. Aramızdan bir kişi önce gider biletleri organize ederdi. Para hesabıyla aram olmadığı ve illa ki açığım çıkacağı için üzerime hiç almadım bu işi. AKM önünde hem arkadaş hem de izlenecek oyun beklemenin heyecanınını yaşayan bilir. Hem sonra AKM, başka buluşmaların da nirengi noktasıydı. İlla ki AKM içinde bir oyuna gitmeseniz de, beklerken sizi soğuktan koruyan, içine alan bir mekandı. AKM’den çıkışın ardından İnci Pastanesi ilk duraktı. Bazen Şampiyon Kokoreç de ilk durak olabilirdi. Herkes profiterolü tercih ederdi ama benim favorim uludağ oldu hep. Eve erken gitme sorunu olmayanlar (o zaman öyleydi) Emek Sineması’nda film izleme organizasyonu da yaparlardı.
Evet, o yıllarda tiyatroya gitmek bir toplu seans gibiydi. Biletlerin önceden alınması, “ben de ben de…” diye artan grup, tiyatro önü buluşma, tiyatro sonrası sevilen sahnelerin tekrarlanıp, profiterol eşliğinde gülüşülmesi, bir sonraki gidilecek oyunun tartışılması ve yeni bir programa kadar evlere dağılma.
“Yani mesele sadece AKM’de oyun izlemek değil sen anlamadın mı” diye bağırmak…
4.157.440 koltuk
26 Mayıs günü BeyoğluFest kapsamında bir grup sanatçı, kent aktivisti, parti örgütümüzden dostlarla Beyoğlu’nda senelerce sanata hizmet etmiş olan Mummer Karaca tiyatrosunun yok edilmesine tepki olarak bir basın açıklamasına katıldık. Ardından da yine yalnızca İstanbul’da yaşamayı değil, aynı zamanda İstanbul’u yaşamayı seçmiş herkesin hiç olmazsa 1 kez 1 oyun izlemiş olabileceğini düşündüğüm Ses Tiyatrosu’nda bir panel-foruma katıldık. “AKM’nin tarihi üzerinden kültür politikaları” konulu forum, gerek panelistleri gerekse az sayıda da olsa dinleyici kitlesinin katılımı ve görüş paylaşımı açısından çok nitelikliydi. Devlet Tiyatroları Eski Genel Müdürü Yücel Erten’in verdiği bilgilere dayanarak, bakınız kişi başına yok edilen kültür sanat sayısı:
AKM’de en son oyun 31 Mayıs 2008 tarihinde oynanmış. Yani tamı tamına 8 yıldır kapalı durumda. Bunun da gösteri günü/sezonu karşılığı tekabül ettiği gün sayısı 1792. AKM tüm salonlarıyla günlük 2320 koltuk kapasitesine sahip. Çarptığımızda tam 4 milyon 157 bin 440 koltuk ediyor. Yani 4 milyon 157 bin 440 çocuk, öğrenci, kadın, erkek yaşlı Taksim’in ortasında kültür ve sanattan mahrum bırakıldı. Ve çocuk olanlar Ensar’a teslim edildi.
Panel-forumun moderatörlüğünü üstlenen tiyatro sanatçısı Orhan Aydın’ın ifadelerine göre, AKM’nin koltuklarından teknik teçhizatına, hepsi talan edilmiş, hurdacılara, antikacılara el altından satılmış durumda. AKM’nin sahne spotlarına, TV dizilerine teknik ekipman temin eden malzemecilerde rastlamak mümkün. Tabii bir de ödenip nereye gittiği bilinmeyen paralar var. İstanbul Kültür Başkenti 2010 bütçesinden 86 milyon TL ve Sabancı’ların ödeyip de hesabını sormaya korktukları 64 milyon TL var.
Amcam’a…
Bu ay Gezi Direnişinin 3. yılı… 27 Mayıs’la başlayıp 31 Mayıs’la şiddetlenen saldırıların öncesini hatırlarsanız, AKM’nin yok edilmesine çabalarına, Emek Sineması’na, İnci Pastanesi’ne saldırılara ulaşacaksınız. Tabii ki bunlar tek başına değil. Ancak “Mesele yalnızca 1 ağaç değil sen anlamadın mı” cümlesinde darbe çırkarmaya çalışan taş kafa zihniyetin, yukarıda anlattığımız bir gençliği, bir üniversiteliliği yaşamamış olduğu muhakkak. Yalnızca rant değil, yaşamadığı için nefret ettiği bir yaşam tarzına saldırmak da vardı Gezi’nin insanlarına saldırışında. Bir Akdeniz ülkesine yaraşan sokakaklara taşmışlığa karşı bir düşmanlık, içki içeni hedef gösterme, kadının yaşamına, evliliğine, doğurma şekline, çocuk sayısına karışma vardı. İnsanları evlerinden, mahallelerinden, ilk adım attığı, ilk salıncak kurduğu, ilk okula gittiği, ilk aşık olduğu, ilk kazandığı parayla alışveriş ettiği sokağından, mahallesinden göndermek vardı.
Bunlaraydı isyan, birkaç ağacın gölgesinde huzur bulan…
28 Mayıs Cumartesi sabahı klasik aile kahvaltılarımızda, ablamla AKM’de ilk neyi seyrettik, ilk ne zaman gittik yarıştırmacası yaparken, babam yine konuya ayrı yerden dalıp “AKM’nin tarihi ile ilgili bilgileri amcana sor, AKM’nin mimarlarındandır” dedi. Yıkılmasın diye eylemlerine katıldığım, bir sürü basın açıklamasında bulunduğum ve son olarak paneline katıldığım AKM’nin proje yapımı sırasında çalışan genç mimarlardan birinin de amcam Tacettin Onur olduğunu hiç bilmiyordum. Bu ayıp da bana yeterdi.
Bu yazı da sana olsun amcacım, buradan Stuttgart’a… Sağlıcakla kal.
*Sanat uzun, hayat kısa (Hipokrat)