Aşk…
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken, eskidendi…
Çok eskiden…
1983 ya da 1984 senesiydi. Bakırköy İncirli’de eski Kültür Koleji’nden bozma fakültenin küçük salonlarından birinde, öğleden sonranın güneşine ve yemek sonrasının rehavetine rağmen dersi, zaman yolculuğuna çıkmış gibi izleyen yaklaşık 30 kişilik grup, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencileriydi. Siyasal Tarih dersleri çoğunlukla böyle geçerdi. Siyasal Tarih’e duyulan sevgiden ziyade, Nihal Hoca’ya (İncioğlu) duyulan hayranlığın öne çıktığı bu derslerin takipçisi yoğun olurdu. Kimi zaman sigara içme izni de veren Nihal Hoca, ‘Siyasal Tarih’in zaman dilimlerini nakış gibi beynimize işlerdi.
O günkü konumuz Küba Füze Kriziydi — hani U-2 Olayı olarak da bilinen. ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaşın derecesini daha da düşüren bu olayı, sanki bir Hollywood prodüksiyonu izler gibi dinliyorduk Nihal Hoca’nın ağzından. Çıt çıkmıyordu. Sınıfta kimi Sovyet, kimi Amerikalı, kimi Kübalı, kimi pilot olmuştu. Derken Nihal Hoca filmin arasına asla unutamayacağım bir parça attı:
“Arkadaşlar, şimdi ben bunları anlatıyorum, siz de dinliyorsunuz ama aslında insan hayatında bunaların pek önemi olmuyor” dedi. Ve sordu: “İnsan hayatında en önemli şey nedir biliyor musunuz?”
Hazırlıksız yakalanmıştık. Birilerinin ‘sağlık, mutluluk’ diye mırıldandığını; bazılarının da konudan çok sapmamak gayretiyle ‘ideoloji, kavga, dava’ gibi bir şeyler söylediğini hatırlıyorum.
“Aşk” dedi… “Kadın-erkek arasındaki duygusal ilişki. Dünya bunun etrafında döner”. (Daha o zamanlarda cinsel yönelim konusu pek konuşulmuyordu)
Seneler sonra bir kadına aşık olduğu için PKK’dan ayrılan Osman Öcalan’nın röportajını izlediğimde Nihal Hoca’nın sözlerini hatırlamıştım. Bir TV röportajıydı yanılmıyorsam. Açıkça ve samimiyetle “aşık oldum” demişti.
“Şimdi bir milletvekilinin ‘aşk, sevgi, sevgili’ falan gibi konularla ne işi olur, sizi ciddiyete davet ediyoruz” diye bir eleştiri alabileceğimi hesap ederek, bu uzun girişi bir çeşit ön savuma niyetine yaptım. Zira bu ay “Sevgililer Günü” diye görsek bir türlü, görmesek olmaz bir gün var. Aşka atfedilen 14 Şubat’ı da fırsat bilerek, bu çok ciddi meseleyi kendi tanıklığımda masaya yatırmak istedim:
Sevgililer Günü
Sevgililer Günü’nü ilk kez 1990 yılının 14 Şubat’ında Paris’te öğrenciyken duymuştum. Bir Aziz Valentin lafıdır dönüyordu. En yakın arkadaşım Meksikalı Teresa’ya “Bu ne ki” diye sorduğumda “Aşıklara adanan bir gün işte, sevgilisi olanlar kutlar” demişti. Ben de “sevgilisi olması şart mı, sevdiklerimizle kutlayamıyor muyuz” diye sormuştum. “Kutlarız tabii…” dedi. Neşeli bir kızdı Teresa. Yanımıza Malezyalı Ramlan’ı da alarak bowling oynamaya gittik. Elimde bir şişe bira, ilk sevgililer gününü dostlarla geçirmiş oldum.
Türkiye’de o yıllarda pek yaygın değildi ki, hatırladığım ikinci Sevgililer Günü bu kez çalışmaya gittiğim yine Paris’te çıktı karşıma. Paris’in kuzeyinde bir göçmen banliyösü olan Aubervilliers’de; sabah gidip gece yarıları çıktığımız Show Tv stüdyolarında; bugüne göre bir hayli ilkel olan bir bilgisayar grafik odasında gün boyu dizdize çalıştığımız Fransız çiftin erkek olanı, eşine getirdiği çiçekten bir tane de bana vermişti. “Bu ne dediğimde”, Depardieu’nün gençliğini andıran Philippe abartılı bir reveransla “St. Valentine…” demişti. Tarih 1993'tü.
Sevgililer Günü’nün Türkiye’de ciddi ciddi kutlanmaya başlandığını fark edişim 2002 yılı oldu. UND ‘de (Uluslararası Nakliyeciler Derneği) yönetici olarak çalışıyordum. Organizasyonlar da bana bağlıydı ve yılda bir kez Genel Kurul yapıyorduk. Tarih 14 Şubat’a rastlamış. Oteller müsait ancak restoranlar doluydu. 400 kadar nakliyeciye akşam yemeği vermek için çektiğim çileyi hala hatırlamak istemem. Tarihin farkında olmayan bana “Ama Bugün Sevgililer Günü” diyen restoran müdürüne ağzımı açıp gözümü yumduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Daha da Sevgililer Günü duymak istemedim.
Ve Aşk kapıyı çalar
Ta ki 2010 yılı 14 Şubatına kadar. Bir Pazar günüydü. İstanbul’un dört biryanından gelen kadınlar, erkekler, genç, yaşlı Akatlar’da bir salondaydık. Gün boyu süren CHP İstanbul İl Kongresi artık sona ermeye yüz tutmuştu. Salonda İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin Başkanlığında yeni yönetim açıklandı: … Melda Onur…. Artık İl Yöneticisiydim. CHP İstanbul İl Örgütü de konsepti kaçırmamıştı ama… İstanbul’un B’sinin yerinde tombul bir kalp vardı ve slogan “İstanbul Aşkına, Türkiye Aşkına” diye belirlenmişti.
Ve böylece bende de kapıyı önce İstanbul sonra Türkiye aşkı çaldı. CHP’deki olağanüstü başkanlık değişimi bana Nihal Hocamın sözlerini tekrar hatırlatırken, ardından gelen Parti Meclisi üyeliği, Genel Başkan Yardımcılığı gibi görevler İstanbul Milletvekilliği ile sürdü. Hafızamda Bira-Bowling, bir grafik stüdyosu, nakliyecilerle akşam yemeği olarak yer etmiş 14 Şubat artık benim için aktif siyasete giriş tarihi olarak yer etti. Aşka dair bir şey ise yok.
Aşka dair birşeyler var mı? Tabi soru doğrudan böyle gelmiyor. Eğer bekarsanız, milletvekilini tanıtıcı amaçlı röportajlarda, en sonda çekine çekine sorulan soru budur. “Acaba hayatınızda biri var mı” yerine “Özel hayatınıza zaman kalıyor mu?” Bu sorunun amacı bellidir. Tabi cevabı da klişedir.
Geçtiğimiz günlerde TRT Ankara Radyosu’ndan bir programa davet ettiler. Amaç milletvekilleriyle siyaset dışı sohbet etmek. Daha çok da aile hayatını sormak, ev, karı, koca, çocuk, yemek… Program öncesi evli olmadığımı öğrenen sunucu “e ne soracağız” dedi, bir an.
Aşk Örgütlenmektir
Nihal Hoca’nın, o günkü ruh haliyle tanımladığı, ifade etmeye çalıştığı ‘İnsan için en önemli şey, dünyayı etrafında döndüren Aşk’ aslında siyasetten, muhalefetten, davadan, direnişten, aynı uğurda savaşmaktan bağımsız bir şey değildi. Nihal Hoca’yı en çok Gezi’de anladım. Gezi bir dünya, Aşk onun yörüngesiydi.
Aşk örgütlenmekti.
Ece Ayhan’ın kaleminden Gezi’nin bağrına bayrak diken Eros’un gücüydü.
Aşk, elele direnen iki zıt ideolojiydi.
Aşk, örgütün ikinci elemanını en zor anlarda arkanda hissetmekti
Aşk, gözden kaybettiğinde, direnemeyeceğin korkusuna kapılmaktı.
Aşk, gözlerinle arayıp bulduğunda güven duyup yürümekti gaza, suya doğru
Aşk, arayıp bulduğunda göz yaşlarını paylaşmaktı
“Nerdesin aşkım” diye bağırıp, “burdayım aşkım” cevabını beklemekti…
Aşk Gezi’de doktordu, mimardı, mühendisti, işçiydi, çöpçüydü, sanatçıydı, öğretmendi…
Oteldi, büfeydi, hastaneydi…
Ağaçtı ağaç… Kediydi, köpekti, TOMA’nın düşürdüğü güvercin, havai fişeğin vurduğu martıydı.
Abdocan, Ahmet, Ali İsmail, Berkin, Ethem, Hasan Ferit, Medeni, Mehmet’ti…
Aşk ortak kutsalı bulmaktı
Aşk bir cezaevinin soğuğunda üşüyenler için birlikte ağlayıp ortalığı ayağa kaldırmaktı
Aşk bir deprem gecesinde üşüyenler için birlikte delirip herkesi sabahlatmaktı
Aşk bir direniş yolunda dağlarda, deli deli ormanlarda kaybolmaktı
Aşk bir gün bitse de o kutsala sadık kalmaktı