Dedeağaç’tan Venedik’e
Sabah saat 7’ye doğru tren Venedik’e ulaştı, tarih 10 Eylül 1986’ydı. Yurtdışına adım atışımızın 3’üncü ya da 4’üncü günüydü. Sonuçta akşam yola çıkmıştık. Gece yarısından önce mi, sonra mı Yunanistan sınırını geçtiğimizi hatırlamıyorum. 2 ülke topraklarından geçmiştik ama seyahat şimdi başlıyordu. Çünkü “Trenle Güney Avrupa” konseptli seyahatimizin ilk durağı Venedik’ti.
7 Eylül akşamı 20:00 itibarıyla tren seyahatimizi ve Yunanistan sınırını geçişimizi yazmıştım.
https://medium.com/@meldaonur/trenli-seyahatler-91c7f2e79423
8 Eylül sabaha karşı TCDD treni bizim vagonumuzu Alexandroupolis’e, yani Dedeağaç’a getirmiş ve bırakıp Türkiye’ye dönmüştü. Bir vagon dolusu farklı ülkelerden gelen insan, sıcak bir Eylül sabahından öğleden sonraya kadar, yalnızca minik bir kafe olan istasyonda bekledi. Aslında daha çok kahvehaneydi, zira oturanlar Türk kahvesi içiyor, tavla oynuyordu. Yolcuların kimileri sohbet ediyordu, kimileri adres — telefon alışverişi yapıyordu. Sıcak bastığında herkes gölgeye çekildi. Yıllar sonra otomobille Dedeağaç’a gittiğimde tam limanın yanında raylar ve minik, ama artık kullanılmadığını düşündüğüm bir bina görmüştüm, orası mıydı bilmiyorum. Ama şehir bambaşka olmuştu tabii.
Öğleden sonra bir saatte bizim vagonumuzu peşine takacak olan Selanik treni geldi. Bindik. Aynı Trakya coğrafyası devam ediyordu. Ama artık okuduğumuzu anlamıyorduk. Bir de çok bakımlı ve çiçekli mezarlıklar dikkatimizi çekmişti. Yol boyunca satıcılardan “portakalada, limonada” sesleri duyuyorduk. Bir de istasyonlarda “suvlakiii” diyorlardı. Sütlü bir şey sanmıştık önce. Meğer şiş kebapmış.
Anneannemin Selanik’i
Akşam Selanik’te indik. Bundan sonrası ise esas seyahatimizin başlangıcı olacaktı. Bir sonraki tren sabaha karşı gelecek ve bizi Yugoslavya’yı geçerek Güney Avrupa’ya götürecekti. İlk durağımız Venedik olacaktı. Ama Selanik göçmeni anneannemin hikayeleri ile büyümüş bizler için, o topraklara da basma fikri bambaşka bir duyguydu.
İstasyondan fazla uzaklaşmak istemiyorduk, zaten eşyalarımız vardı. Lavabo işlerini halledip bir şeyler yiyip dönüşümlü uyuyacaktık. Bugün bu yazıyı okuyanlara “ne gariplik var bunda” hissi uyandırabilir ama, tuvalette görevli oturan kadın bizle hemen Türkçe konuşmaya başladı. Kendimizi çok iyi hissettirmişti bize. Çünkü evimizden, ülkemizden uzakta ilk kez bir istasyonda neredeyse sabahlayacaktık; tedirgindik, gecenin sessizliği, istasyonların ürküntüsü çökmüştü.
TCDD’den aldığımız İstanbul — Lizbon bileti, tren içindi. Her indi-bindide küçük bir paraya yer numarası almak gerekiyordu. Selanik’te bunu ilk kez yapacaktık. Fakat bir türlü anlaşamıyorduk görevlilerle.
Bir adam geldi, 50–60 yaşlarında olsa gerekti, belki de daha genç, gri takım elbiseli, boylu ve kiloluydu. Yarım yamalak bir Türkçe ile “Türkiye’den misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. “Tebessümle Biz de İstanbulluyuz” dedi. Öyle rahatlamıştık ki birden… “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Venedik” dedik. Durumu anlattık, yardımcı oldu ve yer numaralarımızı aldık. “Siz, biz, Türk — Yunan kardeş…” dedi, elini de “gerisi boş” der gibi salladı. Ben de hemen anneannemin Selanikli olduğunu söyledim. Sonra adresini yazdı bir kağıda ve “ilk gittiğiniz yerden bana kart atın” dedi. Selanik İstasyonu’na dair hatırladığım hep bu oldu. Sonra bir bankta oturduğumuzu hatırlıyorum. Ben uyumuşum, ablam beklemiş.
Mazide kalan Yugoslavya
9 Eylül günü boydan boya Yugoslavya’yı geçtik. Yugoslavya deyince gözümün önüne hep Emir Kusturica’nın “Yeraltı” filminin son sahnesi gelir. Üzerinde eğlence varken bir kara parçasının ana karadan kopup gidişi… Kocaman bir ülkeydi ve harika şehirlerden geçmiştik. Yemyeşil bir kırsal, geniş gür nehirler, gelişmiş kentler, devasa köprüler. Üsküp’te aktarma yapmıştık yine. Belgrad’dan geçmiştik hayran olarak. Zagreb’ geldiğimizde artık geceydi ve ışıklar şehri alabildiğine aydınlatıyordu. Ülkeyi çok beğenmiştik. Ama doğrusu yolda biletçiden, satıcısına ufak yollu soyulduk. Bunu da unutmam. Ufak tefek alışveriş için her Dinar alışımızda insanlık için küçük bizim için büyük rakamlar gidiveriyordu J Alman Markı ve Marlboro merakı vardı Yugoslavlarda, sırf onlara vermek için yanımızda taşıdık.
Venedik
Yağmurlu bir sabahta Venedik’e geldik. İlk şokumuz İtalyan Lireti olmuştu. Hesabı tutturmak çok zordu. Üstelik de İtalya çok pahalıydı. İkincisi, şok değilse de suyu pet şişede ilk kez görme şaşkınlığıydı. Evet büyük pet şişe suyu hayatımda ilk kez 10 Eylül 1986’da Venedik’te gördüm. 20.000 Liret gibi bir rakamdı. Doğrusu daha ilk şehirden elimizdeki paranın yetip yetmeyeceğinden endişe etmiştik ama şehrin güzelliği keyfimizi yerine getirdi. Şehre trenle girmiştik ve trenle girilen şehirler bazen hayal kırıklığı yaratabilir. Aslında uçak da öyle… Yıllar sonra 2008 yılında deniz yoluyla gittik. Geminin kanallardan süzüle süzüle şehre girişi bambaşkaydı. Bir de geminin güvertesinden Venedik’in zemini dolayısıyla eğilen yapıları, kuleleri görmek mümkündü.
Tarık Akan
1986’ya dönelim… Venedik’te yağmur dindi ve öğleden sonra güneş açtı. Sahilde yürürken ablamla aynı anda bir çığlık attığımızı hatırlıyorum. Tarık Akan geliyordu yanında birkaç kişiyle. Fırladık yerimizden yanına koştuk. Önce biraz tedirgin oldu. Bizi gazeteci, paparazzi vs biri sanmış olabilir, bilemiyorum. Zira sonradan anladığımıza göre Venedik Film Festivali varmış o günlerde. Türk olduğumuzu, tatilde olduğumuzu söyledik. Hemen yoldan birini çevirip fotoğraf makinesini verdik. Tek kare şansımız vardı zaten. Fotoğrafı çeken kadın Arjantinli idi. Akan’ı çok yakışıklı bulmuş tabii. Kim olduğunu sordu, biz de “Türkiye’den çok ünlü bir aktör” diye övündük.
Eskiden 24’lük ya da 36’lık Kodak veya Fuji filmler vardı, yanımızda bir torba da ondan almıştık. Babam “oralarda buna para harcamayın” demiş ve filmleri vermişti. Seyahatler, tatiller ya da özel günler sonrası tab etmeye verilen fotoğrafları bekleme heyecanı gibisi yoktur. Hani o sabırsız heyecanı yaşamayan da, “ne bileyim” diye bir söz var ya, işte öyle…
Neyse, bir tatil boyunca Tarık Akan’lı fotoğrafın nasıl çıktığını bekledik. Eve döndüğümüzde herkese anlatmıştık. Ama ne yazık ki, o kare makaranın son karesiydi ve ne olmuşsa çıkmamıştı. Zaten Akan biraz isteksizdi fotoğraf için. Neyse anılarımızda saklı…
Akşam trenimiz kalkacaktı. İstikamet Fransa, Nice’ti.
Yarın 11 Eylül 1986, Nice