Lizbon , 22 Eylül 1986
Geldik filmin en heyecanlı yerine… 1986 sonbaharında hayatımızın ilk yurt dışı seyahati olan büyük Güney Avrupa turumuzu Türkiye’ye döndüğümüzde ve daha sonraki yıllarda anlatırken hep bu 21–22 Eylül gecesini anlatmak için sabırsızlanırdık. Bugün dönüp geriye baktığımda o günlerde çok önemsediğimiz anıların artık çok sıradan ya da eskimiş olduğunu görüyorum, ama o gece yaşadığımız bence hala aynı heyecanla güncelliğini koruyor.
Kolay mı, sınırdan kaçak yolcu geçirmiştik!
Bu yazı dizisini ilk kez okuyanlar için kısa bir özet yapayım. 1986 yılının 7 Eylül günü ben, ablam Esin ve 2 kız arkadaşımızla trenle Güney Avrupa seyahatine çıktık. İstanbul’dan Lizbon’a indi-bindili bilet almıştık. Tek bir hat üzerinden Venedik, Nice, Barcelona, Madrid, Salamanca’da duraklayacak, hattımızı Lizbon’da tamamlayacaktık.
(Önceki yazılara medium hesabımdan ulaşmak mümkün. En son yazı
https://medium.com/@meldaonur/eylül-1986-valladolid-ve-salamanca-b87a65443c6c
Lizbon yolunda heyecan
Salamanca günlerimiz bitmişti, 21 Eylül akşamı Lizbon’a gitmek üzere trene bindik. Bir haftadan beri İspanya’daydık, artık yeni bir ülke görecek olmanın heyecanı başlamıştı. Kompartımanımıza bindik. Tren yolculuğunu yapanlar kuşetli kompartımanları bilir. Karşılıklı yatak da olabilecek üçer kişilik koltuklar vardır. Yani yani kompartıman 6 kişiliktir. Kompartımanda Portekizli bir anne ve kızı vardı. Hümeyra benden çok daha iyi olan İspanyolcası ile biraz sohbet etti, trene Fransa’dan binmişlerdi. Hepimiz çok yorgunduk, fazla da sohbet edemeden uyuklamaya başladık. Sınıra geldiğimizde geceydi, günü devirmiş miydik hatırlamıyorum ama hem İspanya hem de Portekiz pasaport kontrollerini çok kolay bir şekilde geçmiştik. Hepsi trende hallolmuştu. Tren her iki sınırdaki küçük yerleşim yerinde beklemişti kontroller için beklemişti.
“Desculpe, Desculpe!”
Pasaportlarımız damgalanmıştı, artık yeni bir ülkede, Portekiz’deydik. Sabah Lizbon’da olmak üzere uykuya dalabilirdik. Tren hala Portekiz sınırındaki küçük yerleşimdeydi. Civarda yakın köyler olsa gerekti, ışıklar görünüyordu. O sırada anons gibi bir ses duyduk. Metalik bir sesti, sanki dışarda yapılan bir anons bizim küçük kompartımanımızın zeminine yerleştirilmiş boğuk bir hoparlörle ulaşıyordu. Portekizce konuşuyordu. Arada “Paşaporte” dediğini duyuyorduk. Pasaportlarla ilgili bir sorun olduğunu düşündük. Portekizli anne ve kızı da anonsu net anlamamakla birlikte dikkat kesilmişti. Ses kısa bir süre kesildi. Ardından yeniden başladı. Bu kez daha net duyuluyordu. Anne ve kızı şaşkınlıkla birbirlerine ve etraflarına bakıyorlardı. Bize Portekizce bir şeyler söylediler, şaşkın bir haldeydiler. Kompartımanda ben, anne ve kızıyla aynı tarafta oturuyordum. Ablam, Hümeyra, Serat ise karşımızda oturuyorlardı. Derken güçlü bir tahtaya vurma sesi duyduk, anne ve kızı yerinden fırlarken, karşı sırada koltuğun ablamın oturduğu tarafının hareketlendiğini gördüm. Kızların hepsi ayağa fırlamış, kompartıman çığlık çığlığaydı. Oturdukları uzun koltuk kapak gibi açılmış içinden bir adam çıkmıştı. Hafif kilolu, bunalmaktan yanakları kıpkırmızı, bize gülümseyerek “dişkulpe, dişkulpe” diyordu; desculpe, yani Portekizce “özür dilerim” diyordu. Çığlıklarımız durmuş, ağzımız açık adamı izliyorduk. Buruşuk ceketi ve pantolonunu hafifçe düzeltip yanında taşıdığı kasketini taktı, kadınlarla kısa bir konuştu ve minik torbası ile özür dileye dileye çıktı. Havasız nasıl durduğuna inanamamıştık ama sonra koltuğun al bölümümün yekpare değil ince delikli metalden yapılmış olduğunu gördük, süzgeç gibi. Metalik ses oradan geliyordu.
Portekizli kadın sonra bize anlattı. Bir biletsiz ve pasaportsuz yolcuydu. Bize birkaç kez “Pasaport kontrolü geçti mi, geçtiyse çıkayım buradan” diye sormuş. Ama tabii Portekizli yol arkadaşlarımız anlayana kadar da dışarı çıkmıştı. Anne ve kızı trene Fransa’dan binmişlerdi. En iyi ihtimalle o da Fransa’dan binmiş olmalıydı. Tahminlerine göre Fransa’da kaçak çalışan Portekizli bir işçiydi. Bu durumda 2–3 gündür bu şekilde yoldaydı. Oluyordu böyle şeyler, öyle demişti kadın.
Bir Günlük Lizbon
Kompartımanı havasız kalmış erkek kıyafeti kokusu sarmıştı. Şaşkınlığımızın ardından gülme krizine tutulduğumuzu hatırlıyorum. Adamın saklandığı yeri birkaç kez inceledik. Boş bir sandık gibiydi. Kenarından da hava alınabiliyordu. Kim bilir kimler geçmişti sınırları böyle? Tabii o günden sonra her bindiğimiz trenin malum bölmesini kontrol etmeye başladık.
Sabah Lizbon’daydık. Gar bölgesi biraz tedirginlik verdi bize. Taksiye binip Hümeyra’nın önceden bulduğu otelin ismini verdik. Aramızda konuşuyorduk. Şoför nereli olduğumuzu sordu. Biz de Türk olduğumuzu söyledik. “Peki neden Arapça konuşmuyorsunuz o halde?” diye sordu. Biz de Türkiye’de Arapça konuşulmadığını Türkçe konuştuğumuzu anlattık. Çok şaşırdı, hiç böyle bir dil duymamıştı. Sonra bize gittiğimiz otelin pek güvenli bir bölgede olmadığını, istiyorsak başka otel önerebileceğini söyledi. Hümeyra bu durumdan pek hoşlanmamıştı. Lizbon’da bir gece kalacaktık ama vazgeçtik. Taksiden bizi Lizbon Garı’na geri bırakmasını istedik. Eşyalarımızı emanete verdik. Aynı Venedik ve Nice’de yaptığımız gibi Lizbon’u da gezip akşam İspanya’ya, Costa del Sol turuna başlamak üzere geri dönecektik.
Lizbon’dan İstanbul’a…
Lizbon’u İstanbul’a çok benzetmiştik. O yıllarda İstanbul Belediyesi’nin kullandığı aynı tip belediye otobüsleri ile aynı tip çöp kovaları dikkatimizi çekmişti. İçinden İstanbul Boğazı gibi bir nehir geçiyordu ve üzerinde aynı bizimki gibi bir Boğaz Köprüsü vardı. Bir günde gezebileceğimiz kadar yer gezip akşam İspanya’ya doğru yola çıktık. Lizbon’dan aldığım Fado müzik kaseti, ablamın aldığı Lizbon’un sembolü horozlu ekmek torbası ve anneme aldığımız horozlu kurulama bezi hala durur. Pek bir şey yediğimizi hatırlamıyorum, sanırım hala babamın yolda yememiz için verdiği mürdüm eriklerini yedik.
Bir sonraki durak Sevilla…