Teyzem ve Bir Rumeli Masalı

Melda Onur
5 min readApr 25, 2020

--

(Bu yazıyı, Bayan Yanı Dergisi, 2016 Mayıs Sayısı için yazmıştım)

“Yazıları en son 26'sında vermek gerek” mesajını gördüğümde 25 Nisan’a bir hatırlatma koymuştum. Ama bu ay ne yazacağıma karar veremiyordum. Geçen yıl 25 Nisan’da sevgili teyzemi kaybetmiştik. Bilgisayarımın başına oturduğumda gündeme dair pek çok konu geçti aklımdan, ama teyzemden alamadım kendimi. Teyzemden, annemin çocukluk anılarından, hiç tanımadığım annaeannem ve dedemden; bir Rumeli masalından…

Annemin kızlık soyadı (öyle denir ya halk arasında) Petriç’dir. “Ne biçim soyadı bu”, derdik çocuklukta. Hep yanlış yazılırdı kayıtlara. Trabzonlu babamın ise “Laz” olduğunu zannederdik. Oysa ilgisi yokmuş. Trabzonlular Laz değilmiş. Amasya doğumlu annem “muhacır” olduklarını söylerdi. Muhacır’lığı bir bölgenin insanı olmak zannederdim. Ailenin Balkan göçmeni olduğunu sonradan öğrenmiştim.

Babam da, annem de şivesiz Türkçe konuşurlar. Ama, annemle teyzemin arada kullandıkları bazı kelimeler, ifadeler değişikti. Amasya’da Ermeni komşularla büyümüş olmaktan dolayı, Ermenice bir kaç sözcük katarlardı bazen konuşurken. Ama, “mayrig”, “agjik” gibi kelimelerin yanı sıra “kızan” “kızçe” gibi kelimeler söylerlerdi. Karma bir dil kullanırlardı velhasıl.

Bir Rumeli Masalı

Asker bir babanın peşinde şehir şehir gezdiğimizden ne babamızın, ne annemizin tarafının kültürünü pek taşımadık. Bir hayli kalabalık olan babamın ailesinden onlarca kuzene sahip olmamız, biraz da ailenin birbirine bağlılığı ve tabii babannemin ileri yaşlarımıza kadar ailenin tek büyüğü olarak kalması nedeniyle, evde karadeniz iklimi hakimdi. Mısır ekmeği, karalahana, kuymakla renklenen sofralarımızı annemin Balkan usulü tepsi böreği melezleştiriyordu.

Teyzem annemden 10 yaş büyüktü, benim 10–11 yaşlarımdan itibaren bizde oturmaya başlamış ve ikinci anne olmuştu. Yani evin ferdiydi. Her ne kadar evde Karadeniz kültürü daha ağır basmışsa da, annemle teyzemin çocukluk anılarını dinlemek çok daha çekiciydi; inanılmaz hikayeleri vardı. Dedelerinin savaş öyküleri, efsaneler, anlatılar, çocukluğunun reçel, pekmez, kavurma yapımından evin kedisinin maceralarına kadar, sanki gerçek değilmiş de masalmış gibi hikayelerdi bunlar. Bir de teyzemin ince sesiyle söylediği Balkan türküleri vardı fonda.

Aklımız ermeğe başladığında anneannemle dedemin Balkan savaşları sırasında gemilerle kaçıp geldiklerini, ailelerinin Amasya’ya yerleştiğini, sonra orada büyüyüp tanışıp evlendiklerini öğrenmiştik. Yine de arada bir anlatılan inanılmaz öyküler hala masalsıydı. Ne ablamın ne benim, “aile ağacımızı çıkaralım” gibi bir merakı olmadı. Ne büyük hata!

Bundan bir kaç yıl önce TV’de “Elveda Rumeli” diye bir dizi oynamıştı. İlk bölümünü soluksuz izlemiştik ailecek. Hatta ekran başına çakılıp kalmıştık. Annemle teyzemin çocukluğumdan beri anlattığı masallar, bir TV ekranından bana gülümsüyordu. Bir kere dizinin jenerik müziği “çıkayım gideyim Urumeli’ne” benim masallarımın fonundaki türküydü. Ailenin kızları, tıpkı bazen annemle teyzemin kendi aralarında konuştuğu gibi konuşuyorlardı. Teyzem “sahi mi” değil “saymı” derdi. Dizideki ailenin Zarife adlı kızı da aynısını diyordu. Ve daha bir çoğunu.

Göçün Dramı

Çocukluğumda, gençliğimde anlattıkları göçe dair hikayeleri aklım ermeğe başladığında büyük bir üzüntüyle dinlerdim. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, yerinden yurdundan etmek, göçe zorlamak, sürgün etmektir. Ölümden beter… Onların hikayelerini dinlerken hep bunu düşündüm.

Teyzemin anlattına göre anneannem Selanik’te bir hayli varlıklı bir ailenin tek kızıymış. Tabii söz ettiği Selanik’in, bugün Selanik şehrinin olduğu yer değil, dönemin Selanik Vilayeti sınırları içerisinde bir kırsal olduğunu tahmin etmekteyiz. Ailesi helva üreticisiymiş. Anneannemin annesinin ilk kocası ölmüş. Her ne kadar iki erkek çocuğu olsa da, işlerin başına geçecek biri olmalıymış. Yeniden evlenmiş. Bu ikinci evlilikten bir oğul, ardından da anneannem Sabriye doğmuş. Varlıklı aile bu ilk kız bebeğe çok sevinmiş. Öyle sevinmiş ki, küçücük bebeğin kulaklarına ağır elmas küpeler takmışlar. Yavrunun tazecik kulak memelerinden biri dayanamamış, yırtılmış. Bu yüzden anneannemin tek kulak memesi yırtıkmış. Bir helva hikayesi de anlatılırdı evde. Birgün helvanın dibi tutmuş, azcık yanmış yani. Aile de mahalleliye haber salıp, bir hayli ucuz fiyata elden çıkarmayı denemiş. Yanık helvayı alan olmamış. Onlar da kızıp karın üzerine (kış mevsimiymiş) dökmüşler. Bütün mahalle kap kacak gelip, karın üzerine dökülmüş helvayı toplamışlar. Büyük dede bunu “bedava mal baldan tatlıdır, diye anlatırmış”. Annem sohraya her helva çıkardığında bu hikakeyi anlatır, bana sanki kokusu gelir, canım yanık helva çekerdi. “Anne şunu azcık tavada yaksana” derdim.

Gel zaman git zaman Balkanlarda Bulgar çetelerin, Yunanlıların saldırılarına maruz kalmış köyler. Göç vakti gelmiş. Annaeannem şöyle anlatırmış:

“Akşam sofrada oturuyorduk, imalathanenin çalışanları koşarak geldiler. Babama ‘İbrahim Aga, çabuk kaçın, bunlar sizi öldürecek, hatta sizi bize öldürtmek istiyorlar’ dediler. Hemen toparlandık, peşimize düşmesinler diye. Hatta babamın boynuna doladığı bezi alıp, bir tavuk kestiler. Kanını bulayıp görünür yere attılar. Öldü sanılsın diye…”

Fakirin canı için sigara

Burada bir açıklama yapalım: Büyük dede çetelerle çok savaşmış. Hedefmiş o zamanlar. O nedenle bir gecede toparlanıp düşmüşler göç yoluna. Gemilere binmişler. Sabriye anneanne “ben çok kısmetliyim” dermiş hep. Nedeni de gemide olan bir hadise. Kumanya için isim bildirilmiş. Büyük anne de, kendisini, büyük dedeyi, oğullarını söyledikten sonra. “Bir de kızçem var, bir Sabriye” demiş. Kumanyacı hem Kızçe’ye, hem Sabriye’ye yazmış. İki kumanya gelmiş bir çocuğa. Önemli tabii yoksul bir gemide.

Samsun’a gelmiş gemi. İnmişler. Büyük dede denizin ötesine bakmış “karşıda Rus mu var?” diye sormuş. “Evet”, demişler. “Onca yıl Yunanla, Bulgarla uğraştık, şimdi de Rusla uğraşmayalım” deyip iç kesime doğru ilerlemeyi tercih etmiş ve Amasya’ya gelmişler. Anneannem Samsun’u çok severmiş. Selanik’e benzetirmiş. Arada Amasya’dan Samsun’a geldiğinde denize karşı oturup sigara içermiş. Rahmetli çok sigara içermiş zaten, erken ölmüş. Kibrit kullanmaz, birbirine eklermiş. O kadar severmiş ki sigarayı, annemle teyzeme vasiyet etmiş, “ben ölünce benim canım için fakire, fukaraya sigara dağıtın” diye. Tevekkeli annem bayramlarda kapıya gelen bekçiye, çöpçüye, davulcuya birer paket ‘Silahlı Kuvvetler’ sigarası verirdi. Sonra tabii sigara sağlığa zararlı diyerekten bu gelenekten vazgeçildi. Ama ben Gezi Parkı sakinlerine sabahları ‘annneannemin canı için’ sigara dağıtarak bu geleneği günümüze taşıdım. Anneme de söyledim. Ses etmedi.

Gelelim dedeme. Dedemin sonradan aldığı soyadından Petriç’li olduğunu anlıyoruz. Yıllarca bizim için anlamsız bir harf grubu olan Petriç soyadını daha sonra araştırdığımızda, bugün Bulgaristan’da Yunanistan ve Makedonya sınırında bir şehir olduğunu öğrendik. Geçen yıllarda ailecek oraya gidip Petriç trafik levhası önünde fotoğraf bile çektirdik. Bu arada o bölgenin ülkelerinden bazı sporcularda Petriç soyadına rastlıyorum. Belki akrabadırlar. Edirne tarafında da Petriç göçmenlerinin yaşadığı yerler var.

Masalın mutlu sonu

Dedem, tabii anneannemden daha büyük olarak biniyor göç gemilerine. Anlatıldığı üzere, köyünde bir sevgilisi var. Onunla kaçmak istiyor. Ama kız istemiyor, hatta Bulgar bir askerle görüşüyor. Dedem gemiye binmeden önce geri geliyor, ama dedem artık istemiyor onu bu haliyle. Kalp kırıklığıyla biniyor gemiye. Ama bu arada bir felaket daha yaşıyorlar. Dedem, annesi ve evli çocuklu olan ablasının ailesiyle geliyorlar limana. Ancak gemilere binerken ablası, kocası ve çocukları başka gemiye biniyor, dedem annesiyle başka gemiye biniyor; “durun biz aileyiz” diyorlar ama nafile, birbirlerini kaybediyorlar. Dedem ablasını da kaybetmiş olmanın üzüntüsüyle, annesiyle geliyor anavatana. Onlar da Amasya’ya ulaşıyor bir şekilde. Orada, Amasya’nın en güzel kızlarından olduğu söylenen anneannemle tanışıyor. Evleniyorlar. 2 dayım, 1 teyzem, bir de annem oluyor. Dedemin annesi hiç Türkçe konuşamazmış. Annem “Bulgarca’ya benzeyen bir dildi” diyor. Tipik kaynanaymış, kızdı mı geline toruna basarmış kalayı kendi dilinde. Dedem Amasya’nın en eski esnafıymış. Yani herşeyin satıldığı dükkanlardan biriymiş. Dayımla annem dükkanda çalışırmış. Yazları kedilerini de toplar, bağa giderlermiş. Bağ kültürü yaygındır o coğrafyada. Amasya’da, Tokat’ta, Çorum’da… Güzel bir aileymiş anlayacağınız.

Ama masal burada bitmiyor. Daha güzel bir sonu var: Dedem kaybettiği ablasını hiç unutmuyor ve arıyor umutsuzca. Gazeteye ilan veriyor. 1940'lı yılların sonuna doğru. Ve buluyor. Nerede mi? Osmaniye’de… Nasıl mı? Çünkü kızkardeşinin çocuklarından biri Osmaniye’de bir gazete bayi imiş ve doğal olarak o zamanın bütün gazeteleri var onlarda. Annemle teyzem seneler sonra Osmaniye’de büyük halayla, kuzenlerle buluşmuşlar.

Belki de sıradan bir Rumeli hikayesi… Belki de bir gün kitap olmalık bir ön taslak.

Canım teyzemi yadederek… Nur içinde yat.

--

--

No responses yet