Trenli Seyahatler

Melda Onur
4 min readSep 7, 2020

--

Ertesi gün uzun bir seyahate çıkacaktık. Üstelik ailemizden ilk kez bu kadar uzun ayrı kalacaktık ve ilk yurt dışı seyahatimiz olacaktı. Aylardır hazırlanıyorduk, aylardır içimiz içimizi yiyordu. Az buz değil 1 aya yakın sürecekti. Paramızı nasıl saklayacaktık, nasıl denkleştirecektik? Sınırlarda sorun çıkacak mıydı? Nerelerde kalacaktık, güvenli miydi? Bu kadar uzun yola ne götürmeliydik? Yanımıza ne kadar yiyecek almalıydık?

Aslında bunlar hep çalışılmıştı; haritalar, kalınacak adresler, gidilecek müzeler, tarihi yerler, tadına bakılacaklar… 4 kişilik arkadaş grubumuzda gideceğimiz yerleri daha önceden gezmiş olan Hümeyra vardı. Benim İspanyolca sınıfından arkadaşımdı.

İspanyolca, İspanya

1980’lerin başında üniversitede, şimdiki Marmara Üniversitesi İİBF, o zamanki İTİA Siyasal Bilimler Fakültesi’nde okurken, İşletme Bölümü hocalarından Bener Karakartal kendi çabalarıyla okula İspanyolca sınıfı açtırmıştı. Bir grup öğrenci ve hatta hocalarımız merak edip gitmiştik. Şimdilerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Okutman olan Ricardo Campos geliyordu derslere. Bir yılın sonunda katılım azalınca sınıf kapandı. Ben ve birkaç kişi daha, ertesi yıl İspanyol Konsolosluğu’nun Beyoğlu Tomtom’da Postacılar sokaktaki yerinde bulunan İspanyol Kültür’e devam etmeye karar verdik.

Hümeyra’yı orada tanıdım. İspanyolca sınıfının en iyi öğrencilerinden biriydi. Zaten dördüncü yıla geldiğimizde Lorca’yı, Becquer’i, Lazarillo de Tormes’i okuyor, paella ve sangria partileri yapıyorduk. Hümeyra ballandıra ballandıra anlatıyordu İspanya’yı. Müzelerini, şiirlerini okuduğumuz, tablolarını duyduğumuz sanatçıların evlerini, gezdikleri sokakları… “Ben bu yaz bir kız arkadaşımla yeniden gideceğim, sen de gel” demişti.

Latin Amerika sevdam

1986 yazıydı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde master öğrencisiydim. İlk yıl bitmişti, tez yazma dönemi başlayacaktı. İspanyolca merakım ilgimi Latin Amerika kıtasına taşımıştı. Bir yandan İspanyolcamı ilerletmeye çalışırken, diğer yandan Latin Amerika devletlerinin iç ve dış siyasetlerine ilgi duyuyordum. Tez için de Latin Amerika’da Militarizm ve Demokrasiye Geçiş diye bir konu belirlemiştim. Konuyu söylediğim danışman hocam Prof. Dr. Önder Arı, “kaynak bulman çok zor olacak” diye uyarmıştı. Teze geçmeden önce Latin Amerika’yı yüz yıllarca hegamonyasına almış İspanya’yı gidip görüp tanımak büyük bir fırsat olacaktı. Çekine çekine aileme söyledim. Üniversite hayatında tek bir okul gezisine katılma izni koparamamış biri olarak böyle bir hayal kurmam bile olmayacak bir şeydi; ama “ablan da senle gelsin, gidersiniz” cevabını almıştım, mucizeydi bu. Ayrıca bize minik bir bütçe bile ayırmışlardı.

Büyük bir heyecanla hazırlandık. Üstelik 3 haftalık bir Güney Avrupa ve İspanya gezisinin ardından kızlardan ayrılıp trenle Almanya’ya amcamlara gidecek, orada da 1 ay kalacaktık. Her şey rüya gibiydi.

6 Eylül Katliamı

Evet ertesi gün yola çıkacaktık… O Cumartesi sabahı bir katliam haberi ile uyandık. Neva Şalom Sinagogu sabah ibadeti sırasında teröristlerce basılmış ve insanlar katledilmişti. Ağır bir hüzün çöktü ülkeye, herkese, hepimize… Böyle zamanlarda ülkeyi bırakıp gitmenin ne kadar ağır hissettirdiğini daha ilk yurt dışı seyahatimiz arifesinde hissedecektik. Hem üzgündük, hem de endişemiz artmıştı. Geride bırakacaklarımız için de, endişeliydik karşılaşabileceğimiz sorunlar için de… Öyle hissetmiştik, her şey ters gidebilir miydi?

7 Eylül gününün gazetelerinin bizi iyice bulanıklaştırdığını hatırlıyorum. Hatta anneme “gitmesek mi acaba” dediğimizi. Tam bir yaz botunca hazırlanmıştık, biletlerimiz alınmıştı, Şimdiki gibi değildi ki, o günlerde yurt dışına öyle “ha” deyince gidilmiyordu, büyük bir organizasyondu.

Bulgaristan Sorunu

Akşam saat 20:00’de yola çıkacaktı trenimiz. Bulgaristan’la diplomatik ilişkilerimizin sorunlu olduğu yıllardı. Bulgaristan’daki Türklere yapılan baskılar nedeniyle ilişkiler gerilmişti. Belene anlatıları içler acısıydı. Bu ortamda Bulgaristan geçişi mümkün değildi. Bu nedenle 1 gün kaybedecek ve Yunanistan’a geçerek Dedeağaç’tan başka trene binecektik. Yani bir yanda Bulgaristan’da yaşananlar vardı, bir yanda da “ezeli düşman” Yunanistan. Doğrusu o yıllarda ilk kez yurt dışına çıkacak olan bizler için her iki taraf da pusluydu.

Hümeyra ve orada tanıştığımız diğer yol arkadaşımız Serat ile Sirkeci Garı’nda buluştuk. Babaannem, Babam, Annem, Teyzem gelmişti. Hümeyra ile Serat’ın da ailesinden birileri vardı. Saat 20:00’de tren kalkarken onların uğurlama fotoğrafını çektik. Biraz buruk, biraz ürkek, ama heyecanlı seyahatimizin ilk fotoğraf karesi de bu oldu. Sanki hemen yurtdışına çıkmışız gibi bakıyorduk Trakya’nın köylerine. Türkiye Yunanistan sınırına doğru yol alırken. Meriç Nehrini gece yarısı geçerken kalbim çıkacak gibiydi. Önce Türk Bayrağını, Türk askerlerini, sonra nehri geçmiş, ardından Yunan askerlerinin ve bayrağın bulunduğu kapıya gelmiştik. İlk endişe noktamıza… Trende bizden başka Türk görmemiştik. Hepsi Türkiye’de tatil yapıp dönen Avrupalılardı. Acaba bir sorunla karşılaşacak mıydık?

Pasaport Kontrolü

Pasaport kontrolü için tren durdu. Göreviler gelip bütün pasaportları alıp götürdüler. İki saate yakın beklediğimizi hatırlıyorum. Annemin verdiği kurabiyeler sıkıntılı bekleyişimizi hafifletiyordu. Derken gidip pasaportları almamızı söylediler. Kalabalıkta sıraya girmek için ilerledik. Hava soğuk değildi ama titrediğimi hatırlıyorum. Soluk ışıklı bir küçük binada hayli bezgin ve yüzü asık bir görevli, pasaportları dağıtıyordu. Belki de sadece yorgundu, yüzü asık Yunan pasaport memuru bekleyen bendim. Yaklaştık. Görevlinin masasında dağ gibi pasaport yığılıydı. Herkes pasaportunu arayıp bulup alıyordu. Birden bayılacak gibi oldum. Ensemden sırtıma bir ter boşaldı. Dört tane Türk pasaportunun kenara ayrıldığını gördüm. Nasıl aşacağımızı düşünüyordum bu sorunu. Ne sorunuydu bilmiyordum bile. Masaya yaklaştık, görevli bize baktı. “Turkish Passports” diye bir ses çıkardığımı hatırlıyorum. Herkesi dikkatle tek tek kontrol eden gümrük görevlisinin yüzü güldü ve Türkçe, “ha Türkler, tamam” diye elimize 4 pasaportu tutuşturdu. Bunu hiç beklemiyorduk. Hepimizi bir neşe sarmıştı. Anlatıp anlatıp gülüyorduk. Tren ağır ağır Dedeağaç’a doğru hareket ederken gözümüzü kapadık. Belki de her şey çok güzel olacaktı.

(Yarın, 8 Eylül 1986, Dedeağaç — Selanik)

--

--

No responses yet